https://www.youtube.com/watch?v=61gCZMbx7Ow
Gerçek adı Mehmed b. Süleyman’dır. Kerbelâ’da doğdu, doğum yılı kesinlikle bilinmiyorsa da, kimi kaynaklara göre 1480 dolaylarındadır. 1556’da Kerbelâ’da öldü. Yaşamı, özellikle gençlik dönemi ve öğrenimi konusunda yeterli bilgi yoktur. Şiirde ‘Fuzûlî’ adını, kendi şiirlerinin başkalarınınkilerle, başkalarının şiirlerinin de kendisininkilerle karşılaştırılması için aldığını, böyle bir takma adı kimsenin beğenmeyeceğini düşündüğünden kullandığını, Farsça Divan’ının girişinde açıklar. Ama ‘işe yaramayan’, ‘gereksiz’ gibi anlamlara gelen ‘fuzûlî’ sözcüğünün başka bir anlamı da ‘erdem’dir. Onun bu iki kaşıt anlamdan yararlanmak amacını güttüğünü ileri sürenler de vardır.
Fuzûlî’nin yaşamı konusunda bilgi veren kaynaklar birbirini tutmamakta, genellikle söylenceyle gerçeği ayırma olanağı bulunmamaktadır. Onunla ilgili güvenilir bilgiler, yapıtlarının incelenmesinden, kimi şiirlerinin açıklanışından kaynaklanmaktadır. Bunlardan anlaşıldığına göre Fuzûlî iyi bir öğrenim görmüş, özellikle İslam bilimleri, tasavvuf, İran edebiyatı konularında çalışmalar yapmıştır. Şiirlerinde görülen kavramlardan simya, gökbilim konularıyla ilgilendiği, İslam ülkelerinde pek yaygın olan ve gelecekteki olayları bildirmeyi amaçlayan ‘gizli bilimler’le ilişkili bulunduğu anlaşılmaktadır. İslam bilimleri içinde hadis, fıkıh, tefsir ve kelam üzerinde durduğu, gene yapıtlarında yer alan kavramların incelenmesinden ortaya çıkmaktadır. Türkçe, Arapça, Farsça divanlarında bulunan şiirleri, bu üç dili de çok iyi kullandığını, onların bütün inceliklerini kavradığını göstermektedir. Yapıtları incelendiğinde İran şairlerinden Hâfız, Türk şairlerinden de Nesîmî, Nevâî ve Necati’yi izlediği, onların şiir anlayışını, duygu ve düşüncelerini benimsediği görülür.
İnanç bakımından Fuzûlî, Şii mezhebine bağlıdır. On iki İmam’a karşı derin bir sevgisi vardır. Bütün yaşamını Kebelâ’da, Şiiler’ce kutsal sayılan topraklar üzerinde geçirmesi, aşağı yukarı bütün şiirlerinde tasavvuftan kaynaklanan bir sevgiyi, bir üzüntüyü işlemesi, Kerbelâ olayıyla ilgili ağıtları, Şeriat’ın katılığına karşı çıkışı bu nedenlerdir. Ancak Ali’ye bağlılığı, Ali’nin tanrısal bir varlık olduğu görüşünü savunan ve İslam ülkelerinde Galiye (aşırılık) diye nitelenen inançla ilgili değildir. Ona göre Ali erdemli, gönül bilgisiyle dolu, olgun, yetkin bir kişidir ve Peygamber’den sonra imam (halife) olması gereken kimsedir. Bu görüşü benimsemeye, İslam ülkelerinde, mufaddıla (erdeme bağlı olma) denir. Fuzûlî de bu erdemden yana olanlar arasındadır. Ona göre Ali erdem bakımından, bütün halifelerden ve Peygamber’in yakınlarından (sahabe) üstündür. Bu konudaki inancını Hadîkatü’s-Süedâ (‘Mutluların Bahçesi’) adlı yapıtında bütün açıklığıyla ortaya koymuştur. Türkçe ve Farsça divanlarında Ali ve onun soyundan gelen imamlara bağlılığını konu edinen birçok şiir vardır. Bir aralık Bağdat’ı ele geçiren İsmail Safevi’ye yazdığı övgünün kaynağı da bu sevgidir.
Fuzûlî’nin, geçimini Kerbelâ, Necef ve Bağdat’ta bulunan On İki İmam’la ilgili vakıfların gelirlerinden sağladığı Farsça Divan’ındaki ‘Dürr-i sadef-i sıdk cenâb-ı mütevelli’ (Doğruluk sedefinin incisi yüce görevli) dizesiyle başlayan şiirden anlaşılmaktadır. Fuzûlî, yaşadığı dönemin geleneğine uyarak, Bağdat’ı ele geçiren Osmanlı padişahı Kanuni Süleyman’a ve Rüstem Paşa, Mehmed Paşa, İbrahim Bey, Cafer Bey gibi devlet büyüklerine övgüler yazmıştır.
Fuzûlî’nin bütün yaratıcı gücü, yaşam ve evren anlayışını, insanla ilgili düşüncelerini sergilediği şiirlerinde görülür. Ona göre şiirin özünü sevgi, temelini bilim oluşturur. ‘Bilimsiz şiir temelsiz duvar gibidir, temelsiz duvar da değersizdir’ anlayışından yola çıkarak sevgiyi evrenin özünü kuran bir öğe diye anlar, bu nedenle ‘evrende ne varsa sevgidir, sevgi dışında kalan bilim bir dedikodudur’ yargısına varır. Sevginin yanında, şiirin örgüsünü bütünlüğe kavuşturan ikinci öğe üzüntüdür, sevgiliye kavuşma özleminden, ondan ayrı kalıştan kaynaklanan üzüntü. Üzüntünün, ayrılık acısının, kavuşma özleminin odaklaştığı başlıca yapıtı Leylâ ile Mecnun’dur. Burada seven insan, bütün varlığıyla kendini sevdiği kimseye adamıştır, ancak sevilen kimsede yoğunlaşan sevgi tanrısal varlığı erek edinmiş derin bir özlem niteliğindedir.
Sevilen insan bir araç, onun varlığında görünüş alanına çıkan Tanrı, tek erektir. Fuzûlî, bu konuda Yeni-Platonculuk’tan beslenen tasavvufun insan-tanrı anlayışına bağlı kalarak, varlık birliği görüşünü işlemiştir. Ona göre gerçek varlık Tanrı’dır, bütün nesneler ve onları kuşatan evren Tanrı’nın bir görünüş alanıdır. Bu nedenle yaratılış, tanrısal varlığın görünüş alanına çıkışı, bir ışık (nûr) olan ‘Tanrı özü’nden dışa taşmasıdır (sudûr): ‘Zihî zâtın nihân u ol nihandan mâsivâ peydâ’ (Senin özün gizlidir, bu görünen evren o gizli özünden ver olmuştur) .
Fuzûlî’nin anlayışına göre insan ‘seven bir varlık’tır, bu sevgi Tanrı ile insan arasındaki bağın özünü oluşturur, ayrı insanın Tanrı’ya yaklaşmasını sağlar. Bu nedenle de yalnız insan sevebilir. Varlık türlerinin en yetkini, en olgunu olan insan Tanrı’nın gören gözü, konuşan dili, duyan kulağıdır. İnsanda Tanrı istenci dışında bir eylemi gerçekleştirme olanağı yoktur. İnsan biri gövde, öteki ruh olmak üzere iki ayrı özden kurulu bir varlıktır. Gövdenin toprak, yel (hava) , od (ateş) ve su gibi dört oluşturucu öğesi vardır. Ruh ise tanrısaldır, gövdede, gene Tanrı buyruğuyla bir süre kaldıktan sonra, kaynağına, tanrısal evrene dönecektir, bu nedenle ölümsüzdür. İnsanın yeryüzünde yaşadığı sürece ruhunun kutsallığına yaraşır biçimde davranması, doğruluk, iyilik, erdem, güzellik gibi değerlerden ayrılmaması, özünü bilgiyle süslemesi gerekir.
Fuzûlî, ‘maarif’ adını verdiği gönül bilgisini kişinin özünü ışıklandırması için bir kaynak diye yorumlar, ‘ey güzel zâtın maârif birle tezyîn edegör’ dizesiyle bu konudaki görüşünü açıklar. Onun ahlakla ilgili görüşlerinin temelini kuran doğruluk, iyilik ve erdem gibi üç öğedir. Bu üç öğenin karşıtı baskı (zulm) , ikiyüzlülük (riyâ) ve bilgisizliktir (cehl) . ‘Selâm verdim rüşvet değildir deyu almadılar’ diye başlayan Şikayet-nâme’sinde çağının yolsuzluklarını, ahlaka, İslam dininin özüne aykırı davranışları sergilenirken, Türkçe Divan’ında da ‘zalimin zulm ile akçe toplayıp yardım edermiş gibi başkalarına dağıttığını, oysa cennete rüşvetle girilmeyeceği’ anlamındaki dizelere geniş yer verir. Ona göre bu yeryüzü bir alışveriş yeridir, herkes elindekini ortaya döker. Bilgiyi seven erdem ve beceriyi, dünyayı seven de altını, gümüşü sergiler:
Dehr bir bâzârdır her kim metâın arz eder
Ehl-i dünya sîm ü zer ehl-i hüner fazl u kemal
Fuzûlî, inanç konusunda da erdemin, doğruluğun, Kuran’ın özüne bağlı kalmanın gereğini savunur. Ona göre oruç, namaz, zekât gibi görevler gösteriş için değil, kişinin özünü kötülükten arındırmak, olgunlaştırmak içindir. Oysa içinde yaşanan çağın insanı İslam dininin temel ilkelerini bir çıkar aracı olarak kullanmakta, gerçeğinden uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle İslam’ın özünden ayrılmak istemeyen bir kimsenin uygulaması gereken yöntem ‘namaz ehline uyma, onlar ile durma oturma’ biçiminde özetlenebilir.
Fuzûlî’nin dili Azeri söyleyişidir, özellikle Nevâî ve Nesîmî’yi anımsatan bir nitelik taşır. Şiirde uyumu sağlayan öğe genellikle, sözcükler arasında ses benzerliğinden kaynaklanır. Aruz ölçüsüne uymayan Türkçe sözcüklerde görülen uzatma ve kısaltmalar Arapça ve Farsça sözcüklerle uyum içine girer. Dilde biri ses uyumu, öteki anlam olmak üzere iki temel öğe dizeler arasında, ses uyumuna dayanan bağlantıdır. Farsça’nın şiire daha yatkın bir dil olduğunu, Türkçe şiir söylemenin güçlüğünü ileri sürmesine karşılık, Türkçe şiirlerinde daha çok başarılı olmuştur. Hadikatü’s-Süedâ adlı yapıtında şiir söylemeye pek elverişle olmayan Türkçe’yi başarıyla kullanacağını, bu dili güçlü, elverişli bir şiir durumuna getireceğini ileri süren Fuzûlî’de halk dilinde geçen sözcükler, deyimler, atasözleri önemli bir yer tutar. Kimi şiirlerinde Kuran ve Hadisler’den alıntılarla dizenin anlamı güçlendirilir.
Divan şiirinin bütün ölçülerini, biçimlerini kullanan Fuzûlî’nin yaratıcı gücü, düşünce derinliği, söyleyiş akıcılığı daha çok gazellerinde görülür. Kerbelâ olayıyla ilgili şiirlerinde üzüntüyü çok geniş boyutlar içinde ele alarak şiirinin bütününe yayar, inanan, seven insanı bir ‘acı çeken varlık’ olarak gösterir. Bu tür şiirlerinde sevgi ve aşk birbirini bütünleyen iki öğe niteliğine bürünür. Leylâ ile Mecnun adlı yapıtında işlenen derin özlem, ayrılıktan duyulan acı ağıt özelliği taşıyan şiirlerinde ölüm karşısında duyulan derin sarsıntıya dönüşür.
Şiir, Fuzûlî için, düşünceleri, duyguları ortaya koymaya, insanı anlatmaya, kimi sorunları sergilemeye yarayan bir yaratıdır. Şiir, yalnız şiir olsun diye söylenmez, bir varlık görüşünü dile getirmeyi amaçlar. Şiiri oluşturan özlü ve anlamlı sözdür, söz ile kişi kendini ortaya koyar. Öte yandan söz bir yaratma öğesidir: ‘Bû ne sırdır kim eder her lahza yoktan vâr söz’. Söz, onu söyleyenle bağlantılıdır, onun bulunduğu bilgi ve duygu aşamasını, değer basamağını gösterir.
Artıran söz kadrini sıdk ile kadrin artırır
Kim ne mikdâr olsa ehlin eyler ol mikdâr söz
Dizelerinde sergilenen düşünceye göre sözün değerini artıran kendi değerini artırır, kişinin kendi neyse söylediği sözle açığa vurduğu da odur. Söz kişinin aynasıdır.
Fuzûlî, kendinden sonra gelen Türk Divan şairleri arasında Bâkî, Ruhî, Nâilâ, Neşâti, Nedim ve Şeyh Galib gibi sevgiyi şiirlerinin odağı durumuna getiren şairleri etkilemiştir. Öte yandan kimi Alevi ozanlarca da bir ‘inanç ulusu’ olarak benimsenmiş, saygı görmüştür.
SÖZLERİ;
Söylesem tesiri yok, sussam gönül râzı değil.Aşk imiş her ne var âlemde.
Mey biter saki kalır. Her renk solar haki kalır. İlim insanın cehlini alsa da, hamurunda varsa eşeklik; baki kalır.
Cana tamah etme can elbet geçicidir.
Mende Mecnun’dan füzun aşıklık istidadı var, Aşık-ı sadık menem, Mecnun’un ancak adı var.
Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır.
Tanrım, aşk belasıyla beni tanıştır/bir an bile aşk belasından uzak tutma beni
Vuslat olunca ayrılıktan korkmak gerek…
Bana, ne gönül ateşinden başka kimse yanar, Ne de tan yelinden başka kimse kapımı açar.
Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşina beni, Bir dem belâ-yı aşktan etme cüda beni.
Ey tabib! Aşk derdiyle başım hoş benim; yaramdan el çek sen. Bana derman hazırlama ki senin merhemlerin benim ölümüm sayılır.
Perde çek çehreme hicran günü ey kanlı şirişk Ki gözüm görmeye o mah-likadan gayrı.
Zaman! Ah zaman! Hem dost hem düşman…
(Dünyada her ne var ise kaynağı aşktır; ilim ise koca bir dedikodu.)
(Sussam gönül râzı değil, söylesem kâr eylemez.)
Kızlar gizli gerek Gizli olduğu için değerli değil midir hazine?
Güzellik olmasa aşk ortaya çıkmaz; aşk olmasa güzellik yüz göstermez.
Deliye hazine değil virane gerektir.
Söylesm tesiri yok; Söylemesem gönül razı değil.
Varlık gam tuzağıdır hür olmak yoklukladır…ta
Cânı içün kim ki cânânın sever cânın sever, Cânı kim cânânı içün sevse cânânın sever.
Güzelliğin vasıflarını söylemek için söz çoktur; ama güzelliğin tatlılığına hiç söz yoktur.
Tanrım, aşk belasıyla beni tanıştır bir an bile aşk belasından uzak tutma beni.
Ârzû-yı muhâl imiş ancak
Selâm verdim; rüşvet deyüldür diye, selâmım almadılar.
Cesaret ve edep atalar mirasıdır.
İlm kesbiyle pâye-i rif´at
Evlad can cevherine bedeldir; evlad bırakan ad bırakır.
Bahçivan gül bahçesini sele versin (su ile mahvetsin), bosuna yorulmasin;/Çünkü bin gül bahçesine su verse de senin yüzün gibi bir gül açilmaz.
İlm bir kîl-ü kâl imiş ancak
Bende mecnun’da olduğundan daha fazla aşıklık kabiliyeti, sevmeye doğal eğilim var. Gerçek aşık benim Mecnun’un sadece adı var.
Dünyada ümit bir direktir.
Cihanda eski usuldür fayda arayan zararı da istemiş olur Sevgili isteyen eziyete hazırlanmalı; define arayan yılanı göze almalıdır.
Ebedi sevgi ezelde takdir edildiyse bu kader kaza ile önlenebilir mi?
Varlık Allah’a aittir. Gerisi hep hayal ve düşten ibarettir. Bugüne dek bildiğim, bulduğum ve sahip olduğum her şey gerçekte O’ndan ibaret imiş. Zannım, hakikate yönelince sevgim de aşk oluverdi.
Nefes hesabıyla sona erince ömür ya bir kurtuluş ve muştu; ya bir başlangıç ve korkudur.
Hicran vuslatın gecesi ise; vuslat firakın şafağıdır fecridir.
Ne yanar kimse bana âteşî dilden özge, Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı.
Öyle kaybettim ki kendimi aşk içkisiyle, anlamıyorum dünya nedir? Ben kimim, saki olan kimdir ve içki kadehi nedir? (Unuttum!..)
Bana, ne gönül ateşinden başka kimse yanar,/Ne de tan yelinden başka kimse kapımı açar.
Aşk canın belasıdır!
Ayrılık günü yüzüme perde çek ey kanlı gözyaşı! Ki gözüm o ay yüzlüden başka bir şey görmesin.
Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşina beni, Bir dem belâ-yı aşktan etme cüda beni.
Aşk İmiş her ne var âlemde
Mey biter saki kalır. Her renk solar haki kalır. İlim insanın cehlini alsa da, hamurunda varsa eşeklik; baki kalır.
İyi haber karınca hızıyla yürüyemezken kötü haber şimşek süratiyle yayılır.
Perde çek çehreme hicran günü ey kanlı şirişk/Ki gözüm görmeye o mah-likadan gayrı.
Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir,Ben kimem sâki olan kimdir mey-i sahbâ nedir.
Vuslat! Ah! Ne efsunkâr bir kelime ne kutlu bir an!
Suya virsün bağ-ban gül-zarı zahmet çekmesün, bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zara su
Bir ben vardır bende benden içeri.
Bende mecnun’da olduğundan daha fazla aşıklık kabiliyeti, sevmeye doğal eğilim var. Gerçek aşık benim Mecnun’un sadece adı var.
Varlık Allah’a aittir. Gerisi hep hayal ve düşten ibarettir. Bugüne dek bildiğim, bulduğum ve sahip olduğum her şey gerçekte O’ndan ibaret imiş. Zannım, hakikate yönelince sevgim de aşk oluverdi.
Ayrılık günü yüzüme perde çek ey kanlı gözyaşı! Ki gözüm o ay yüzlüden başka bir şey görmesin.
Dünyada her kim ki canını, cananı için severse aslında yine cananını sevmiş olur, aynı şekilde cananını yani sevgilisini kendi canı için seven kişi yine kendi varlığını sevmiş olur.
Dünyaya ümit tutmak olmaz; asla ölümü unutmak olmaz.
Dünyada her kim ki canını, cananı için severse aslında yine cananını sevmiş olur, aynı şekilde cananını yani sevgilisini kendi canı için seven kişi yine kendi varlığını sevmiş olur.
Topraktan olanı toprağa vermek gerek…
Cânı içün kim ki cânânın sever cânın sever, Cânı kim cânânı içün sevse cânânın sever.
Aşksız güzellik bayağıdır; güzellikse aşk pazarında mezad…
Dünyada her ne var ise kaynağı aşktır; ilim ise koca bir dedikodu.
Aşıklar zelil ve bayağı olur Safâ ve saygınlık sevilene yaraşır.
Aşk imiş her ne var âlemde. İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak.
Selâm verdim; rüşvet deyüldür diye, selâmım almadılar.(Şikâyetname’den)
Ne yanar kimse bana âteşî dilden özge, Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı.
Mende Mecnun’dan füzun aşıklık istidadı var, Aşık-ı sadık menem, Mecnun’un ancak adı var.
Ya Rab bana cism ü cân gerekmez, cânân yoğ ise cihân gerekmez.
ESERLERİ
Divan (Türkçe) , (ö.s.) 1838; Sıhhat ve Maraz, (ö.s.) , 1940; Enisü’l-Kalb, (ö.s.) , 1944; Terceme-i Hadis-i Erbain, (ö.s.) , 1951, (‘Kırk Hadis Çevirisi’): Beng ü Bâde, (ö.s.) , 1956; Hadikatü’s-Süedâ, (ö.s.) , 1955, (‘Mutluların Bahçesi’): Leylâ ve Mecnun, (ö.s.) , 1955; Rindü Zahid, (ö.s) , 1956; Divan (Arapça) (ö.s.) ,1958; Mektuplar, (ö.s.) , 1958; Divan (Farsça) , (ö.s.) , 1962; Heft Câm, (ö.s.) , 1962.